Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bugün burada yazacaklarım sadece ama sadece ben deniz Kuthan SAVAŞÇIN kardeşinizin şahsi fikir ve bulgularıdır. Eminim ki benden farklı deneyim ve bilgilere sahip farklı kardeşlerim, dostlarım, Işık Ustalarım aynı konuda farklı görüş ve düşüncelere sahip olacaklardır. Birlikte yapacağımız beyin fırtınaları ve tartışmalar bizi daha doğru ve daha yüksek sonuçlara ulaştıracaktır.

Konu başlığına baktığımızda birçok çelişkiyi bir arada görüyormuşuz gibi bir izlenim olabilir. Evet, bu konuda bende sizle aynı fikirdeyim. Başlıkta çok çelişki ve farklı bulgular var. Bunun nedeni de kendi yarattığımız ve adına akıl dediğimiz oldukça kısıtlı, donanımsız, belli kod ve tanımlarla dolu bir yargıçla yola çıkmış olmamızdan kaynaklanmaktadır. Bu çelişkileri ve kavram kargaşalarını tek tek incelemeye başladığımızda sanırım ki hepimiz bir şeyin farkına varacağız. O da şüphesiz ki bizlerin aslında ne kadar güçlü ve yüce bir varlık olduğumuzdur. Bu kargaşayı ve anlaşılmazı çözmek için öncelikle gelin zaman kavramı ile çalışmamıza başlayalım. Çünkü eğer zaman kavramında ne düşündüğümü sizlere anlatabilirsem arkadan gelen inanç sistemleri ve ezoterizmi kelimelerinin hangi amaçla oraya konduğu da açıklığa kavuşmuş olacaktır.

ZAMAN hepimiz için somut bir olgu olarak algılanıp ve kabul edilmiş olmasına rağmen aslında sisteme baktığımızda bizim anladığımız anlam ve kodlarda zamanın geçerli olması pekte mümkün görülmemektedir. Bunu bazı soruları kendimize, hani meşhur aklımıza sorarak irdeleyelim. Şöyle ki sistemde dört yılda bir artık zaman kavramının olması mümkün mü? Yani Yüce Yaratanın kâinatı yarattığında “Tüh ya ben galiba bir hata yaptım bak aradan bir süre geçince mevsimler kayıyor dur bunu düzelteyim” deyip, bunu da gün ve saat bazına indirip, üstelikte ne hikmetse yıl dediğimiz garip kavramın ne başına nede sonuna ekleyeceğine, ortada garip güdük bir ay yarattığı ŞUBAT ayını seçip onu tamamlayayım diye düşünerek dört yılda bir garip Şubata bir gün ekleyerek topallıktan azade mi etti. Başka bir örnekle de bir kelebek için yaşam süresi ile bir kaplumbağanın yaşam süreleri mukayese edildiğinde acaba hangisini geçerli zaman süreci kabul edip kodlama yaptı dersiniz. Yoksa ışığın belli bir yerden bir yere gidişinde geçen süreci mi birim olarak aldı.

İşte bütün bunları ortaya koyduğumuzda, bizim zaman dediğimiz kavramın, aslında sadece bizlerin yaşam dediğimiz sanal süreci şekillendirmek ve kodlamak için yarattığımız, hiçbir gerçekçi dayanağı olmayan bir sayılar dizinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zaten büyük bilim adamı A.Einstein da izafiyet teorisiyle zamanın, aslında lineer yani bizim yarattığımız gibi bir kavram değil, tüm evreni(veya kâinatı) içine alan ve o evreni var eden bir boyut olduğunu ortaya koymaktadır.

Zaman, sistemin olmazsa olmaz bir elemanıdır. Çünkü zaman evrenin var oluşunda Yüce Yaradan’ın Kâinatı yaratmak için ilk emri verişi ile başlayan ve yaradılışın tamamlanması ile biten bir süreçtir. Dolayısıyla zaman süreklilik değil bir var oluştur.

Bu satırları okuyanlar bana, evrene baktığımızda birçok canlı varlığın doğup, büyüyüp öldüğünü, geçen mevsimlerin, yılların nasıl olduğunu sorabilirler. Belki bu soruyu sorarken haklı da olabilirler. Ama şu var ki bütün etrafımızda gördüklerimiz ve yaşadıklarımız halen olmakta mıdır? Yoksa olup bitmişte biz onları aklımızın bize bir yanılsaması olarak oluyor gibi yeni yeni mi algılamaktayız?

İşte bu noktada bugün bilim de iki görüşe ayrılmış durumda. Kuantum fiziği bir olayın sürekli yinelenerek olması yani sürekli kuşların aynı şekilde göç etmesi veya insanın sürekli olarak aynı yolu takip ederek gidip gelmesi veya dünyanın sürekli aynı şekilde dönmesinin imkânsız olduğunu ortaya koymaktadır. Kuantum fiziği, klasik bilimcilerin bir varlık sadece bir mekânda bir kere olabilir tezini çürüterek, insanın aynı anda milyonlarca ayrı yerde olabileceğini ve hiçbir zaman da aynı hareketi üst üste iki kez yapamayacağını ispatlamışlardır. Tıpkı eski bir Doğu değişinin yıllar öncesinden bize verdiği şu eğitim gibi:

“Köprünün altından geçen su hiçbir zaman aynı değildir ve hiçbir zamanda aynı su aynı köprünün altından iki kere geçmez.”

Yaradılış efsanelerinin masalsı tarafını bir kenara bırakmak kaydı ile bugün bilimin de artık yavaş yavaş kabullenmeye başladığı ve birçok kutsal metinde açıklanmış olmasına karşın daha yeni yeni ortaya çıkan ezoterik açıklamalara baktığımızda gördüğümüz bir gerçek var. O da yaradılışta sistemin aynı anda ve aynı yapıda bir kerede gerçekleştirildiğidir. Yani Yüce Yaradanın kendi varlığından, henüz neden ve niçini bilimsel olarak açıklanmasa da, ezoterik olarak açıklandığı üzere kendi farklılığının farkındalığını fark etmek için yani kendi varlığını algılayabilmek için kendinden kendini doğurdu. Kendini bilmek ve tanımak için bu farkındalığa ulaştırabileceği varlıklar yarattı. Ancak bu bir kerede oldu. Yani bazı bilimcilere göre hala devam eden bir yaradılış değil. Zaten böylesi bir durum Tanrının aczinden başka ne olabilir ki. Yani Tanrı yarattığı bir varlığı beğenmeyecek ve bunu restore edecek. Bu Tanrının tanımları arasındaki mükemmelliğini şüpheye götürmez mi?

Birçok inanç sisteminde ve ezoterik dediğimiz öğretiler sisteminde de asla çok açık anlatılamayan bu yaratılış olayını ne insan olarak bizlerin ve de bizlerden daha alt seviyelerdeki varlıkların anlaması mümkün değildir. Bana neden bu kadar kesin konuşuyorsun diyebilirsiniz. Ama müsaadenizle bu satırları neye dayandırdığımı izah edersem belki hak verirsiniz.

Yüzlerce yıldır insanoğlu var edilişinin, nedenini aradı. Bunun içinde hepimizin bildiği gibi bizlerin tanrının en makbul yaratıkları olduğu ve dünya dediğimiz bu yuvarlak kürenin üstünde ona en yakın varlık olarak görev yaparak, yarattığı doğayı mahvetmekle görevlendirildiğimiz bize öğretildi. Bunun içinde bilim adamları tüm doğayı inceledi. Dediler ki varlığın en küçük parçası atomdur. Bu da bir çekirdek ve elektronlardan oluşmuştur. Aradan geçen bunca yıl sonra bütün bu eski bilgileri adeta çürütürcesine pardon atom en küçük parça değil ondanda küçük parça bulduk onlarda kuarklardır dediler. Peki açıklanan son sistemde ne deniyor. Varlığın en küçük parçası üzerinde enerji yükü dediğimiz topu taşıyan elektrondur ve bu parçalanamaz. Peki ne oldu da sistem birden bire tüm eski bilgiyi sıfırladı. O halde tüm insan ve kâinatın yaradılışını oturttuğumuz atom metamorfizmasına dayalı kademeli gelişme tezi çöktü.

Peki şimdi bilim adamları neyi araştırıyor. Hemen bakalım. Kara delikleri. Nedir bunlar? Enerji emen ve geri vermeyen yani enerjiyi yok eden delikler. Peki böyle bir şey olur mu? Yani evrende bir şeyler yok olabilir mi? Asla, Çünkü Kâinatta hiçbir şey yoktan var olmaz, var olanda yok olamaz. Yıllardır bize öğretilen izafiyet teorinsin olmazsa olmaz dayanaklarından birisidir bu. O halde yaradılışta bir şey vardı. Oda bir şey yarattı. Ve süresi dolanlarda yok olamayacaklarına göre bir şey oluyorlar. Veya bir şeyle birlikte oluyorlar. Yani kısacası biz aslında ne var olduk nede yok oluyoruz. İşte bu noktada bilim adamları pekte ortalığa yaymadan ezoterik öğretilerde gizli olan o yaradılışı maddesel ortamda elde etmenin yarışına başlamış görünüyorlar.

Ne diyordu efsane;

“Önce Kelam vardı

 KELAM Allah idi.

Kelam Allahtan geldi

ve O “OL” dedi.

Şimdi müsaadenizle biraz soluk alıp rahatlayalım. Bizlerin Yüce Bir Yaratanın varlığını, gerek bilimsel ve gerekse manevi anlamda olmazsa olmaz şart olarak kabul ettiğini sanırım biliyoruz. Yani tüm sistemi harekete geçiren ilk ivmeyi veren, ilk anı başlatan veya anı an eden, bir gücün varlığını kabul ediyoruz. İşte böylesi bir varlık kendi varlığını ortaya koymak adına çok üst düzeylerde kendinden bir enerji var edecek bir enerji partikülü oluşturmaktadır. Ancak bu o denli güçlü bir enerjidir ki dokunduğu veya geçtiği her nokta bu enerji de yok olmaktadır. Ancak bazı katmanlar bu enerjiden kendilerini var edebildiler. Bu kere bu katmanlar ana enerjinin emri ile ikinci bir filtre daha koyarak daha az güçlü bir enerji daha oluşturdular. Bu gücü daha hafiflemiş enerjiden de bir katman oluştu. Ama yine de istenen madde şekillenememişti. Bu kere bu katman bir filtre daha koyarak maddesel ortamın ilk çekirdeğini var etti. İşte bu noktada “İlk Taç” “Keter” “İlk Enerji Merkezi” oluştu. Bu noktadan sonra giderek yoğunlaşan ve enerjisini ufak partiküllere ayıran ana enerji nihayet madde ortamında şekillendi.

Bu çok ana hatlarıyla anlattıklarım bazı kardeşlerim için belki anlaşılmaz gelebilir.

Hepinizin bildiği KETER TACI diye de anlatılan yapı, yalnız Musevi âleminin değil, ondan çok daha kadim olan SÜMER platolarında ele geçen iki dikili taş üzerinde aynen mevcuttur.

Bana bununla anlatılan sırrın ne olduğunu sorabilirsiniz.

Binlerce yıldır insanoğlu dediğimiz eşitleri içinde en üstün ve yaratıldığı noktada ise en güçlü olan varlığın, ilk yaratıldığı andan beri çözmeye ve ulaşmaya çalıştığı sır budur. Ne var ki henüz aklı ve sezgisi bu sırrı kavramaya yetkin ve donanımlı değildir. Bu gün kuark fiziği veya kuantum fiziği olarak bilinen bilim dalının kısmen çözdüğü bu sır aynı zamanda yaradılışında anahtarıdır. Bu yukarda anlattıklarım aslında bir ışık fotonunun diyot tüp içindeki oluşum yolculuğundan çıkan sonucun anlatımıydı. Tüp içerisine atılan bir partikülün değişik sistemlerle arttırılan hızı sonrası, onun bir ışık fotonu haline getirilmesiyle ilgiliydi. Bilim adamları da mademki kâinatta hiçbir şey yok olmuyor, o halde bu işlemin tersi de mümkündür diyerek başlattıkları tez ise; kâinat yaratılmadan evvel, adı tanımlamayan, eter veya esir denen karanlık, hareketsiz, moleküler yapısı henüz bilinmeyen bir alanda oluşan inanılmaz bir enerjinin sistemin ilk yaradılışını katman katman nasıl oluşturabileceğinin hipoteziydi. Ancak bu hipotez bundan yıllar önce bir taşa işlenmiş olarak karşımızda durmaktaydı.

İnsanoğlunun kaynağına dönme çabaları yanı var olduğu yoklukla bir olma uğraşıları işte bu taşın yazıldığı ana kadar gider. Değişik öğreti sistemleri içerisinde kulaktan kulağa, ustadan çırağa, gizliden gizliye aktarılan bu sırlar insanın bedeni ile bile yokluğu tanımlayabileceğiyle ilgiliydi. Ne var ki bugün ki bilgilerimiz elbisemiz dediğimiz bedenimizle bu yolculuğu henüz gerçekleştirememiştir. Beden aslında konsantre olmuş enerji foton ve elektronları tarafından, inanılmaz bir çekim gücüyle birbirlerinle kenetlenmiş DNA ve RNA yapılarından oluşan bir yapıdır. Bedenin canlılığının ise aslında ruh dediğimiz o ilk ışıktan kalan miras enerjiyle var olduğudur. O enerji tükendiği veya şarjını tamamladığı anda ana enerji kaynağına dönmekte ve yarattığı çekim gücüde yok olduğu için beden partikülleri dağılmaktadır.

Bu sırrı çözebilmiş olan kadim bilgi sahipleri, Yüce Yaradan ile bir olmayı denemişlerdir. Bedenleri ile BİR’İ yani kendilerini algılamak için bazı enerjileri daha yoğun hale getirmenin yollarını araştırmıştırlar. Bir kısmı da sonuca ulaşan yöntemler geliştirmişlerdir. Ancak bu noktada biraz evvel de bahsettiğim sınırlı akıl kendi idrak, algılama, kodla ve tanımlama sınırlarının üstünde bir enerji ile karşı karşıya kalınca, kendi kontrolünü kaybetmektedir. Bu durumda yine yaratılan sınırlı akıl kriterleriyle de, bu akıllara sahip olanları hasta olarak kodlanmaktadır. Oysa aslında bu akıllar gerçek akıl ile bazı enerjileri paylaştıkları için, bir enerji boyutu üste geçerek muhteşem hakikatle yüzleşmektedirler. Burada kimin daha akıllı olabileceği tartışma konusudur.

İşte bu tehlikeler sık sık yaşanmaya ve hastalar çoğalmaya başlayınca da yine o kadim bilgi sahipleri bunun belli bir disiplin içerisinde ve hak eden veya algılayabilenlere verilmesini daha uygun bulmuşlardır.

Ne var ki bugün elimize ulaşmış hiçbir öğreti veya inanç sistemi gerçek yüzünü kendi mensuplarına bile çok açıkça belirtmemiştir. Bu sırrın araştırılması ve üzerinde çalışılmasını kişilerin doğrudan doğruya kendilerine bırakmıştır. Kâinatın yaradılış sırrının yüzlerce yıldır insan denen varlıktan neden saklandığı ise çokta merak edilecek bir olgu olamaz. Bunun cevabını görmek için, elinde biraz erk bulunan liderlerin ve yetki sahiplerinin hatta sıradan insanların yaptıklarını gördükten sonra, Tanrısal erke ulaşan bir kişinin bu eğitimle neler yapacağını hayal dahi edemeyebiliriz. Ama hepimizin hırsı olan Tanrısallaşma, Yaradılış anında kodlarımızda var olduğu için, ulaşmak istediğimiz en güçlü egodur. Bu nedenle de her nefeste bu duygu varlığımızı kamçılamaktadır. Bunu da fırsat ve kendileri için bir erk sayan bazı kişiler ve topluluklar doğal olarak insanın bu zaafını kullanarak doğru yanlış birçok olgu ve olaya da sebep olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Bütün hırs ve egolardan arınmış gerçekten bu ülkü için çalışan bazı sistemler ise her ne kadar erk sahipleri tarafından yok edilmeye çalışılmışlarsa da günümüzde de bunların azınlık ta olsa kalanları ve faal olanları mevcuttur.

Tüm ezoterik öğretiler o sisteme giriş hemen hemen aynı şekil ile olur. Bunların ana benzerliklerini incelemeye başlayalım

Dünya yaşamından soyutlandığınız bekleme ve kendi iç yolculuğunuza başlama anı, karanlıkbir ortam, çıplaksınız, Mısır, Babil, Sümer, Tibet, hatta kısmen bazı Avrupa ülkelerinde bu tip inisiyasyonlara ilk girişte kişi anne karnından çıktığı hale gelene kadar soyulur. Kişiye bir süre sonra sadece ÜREME ORGANLARI’NI kapatacak bir örtü verilir. Aç ve susuzsunuz, el yordamı ile bile etrafınızı bulamıyorsunuz o denli karanlık, sadece bir kuru kafa iki kemik biraz TUZ ve bir CAM veya Seramik kapta kirli bir su…

İsterseniz sembollere yeniden bakalım Karanlık sanırım yabancı gelmedi kâinatın ilk emri almasından evvelki hali, çıplaksınız ilk anda yani kendinizi bilmediğiniz an Yüce Yaradan’ın ilk anı, derken bir mumla size verilen bir örtünme parçası sadece cinsel organlarınız örtülecek. Yüce Yaradan’ın ilk ışığıyla oluşan teklikten ikiliğe ilk geçiş anı.

“Birdim iki oldum.”

Dişil yanın oluştuğu veya eril ve dişil yanların birbirinden ayrılarak hermafrodit yapının bozulduğu an. Doğurganlığın başladığı an. OL emrinin verildiği an, Kutsallığın, kutsalların kutsalında bırakıldığı an, Cennetten kovulduğunu zannettiği an. Zannetti diyorum aslında kovulmadı kendi rızasıyla iniyor. Artık dualitenin başladığı an. Ve her bir parçanın tekrar birleşip tek olmayı arzuladıkları ilk an. Farklılığı ve tek olmak için o farklılığın mutlaka kullanılması gereğinin fark edildiği an. Tek olmak adına iki bedenin birleştiği an. Tek olunamayan ama kendilerinden bir yeni varlığın oluştuğu an. Temizliğin artık ulaşılacak bir hedef olduğu an. Ruhun kirlendiğini bildiği an. Egonun nefretin, aşkın, sevginin, öfkenin, hiddetin, yargının, hükmün doğduğu an. Çünkü her iki varlıkta birbirini suçlamaktadır. Ve ölümün yaşandığı an artık cennet yoktur.

Yapılacak şey temizlenmektir. Ama su bu kiri temizleyemez o kadar çoktur ki bu kir su bile kirlenmiştir. Yanı beden ruhu kirletmiştir. Ve hapsetmiştir. Keterden çıkan ışık artık yoğunlaşmış ve şekillenmiştir. Erkek sperm hücresi tek olmak adına dişi yumurta ile birleşmiş tek olmak yerine ikisinden bir tek olan ama üçüncü bir varlık oluşmuştur. Bu varlık artık yeniden bedenlenmiştir. Oysa o varlığın isteği Tanrı olmaktı. Uzun ve ince bir yol başlamıştır. Karanlık ve engellerle dolu, kah eğilerek kah tırmanarak, birçok hırs ve egoyla savaşarak geçilen bir yol. Biz buna yaşam diyoruz. Biz buna ruhun kendisini hapisten kurtarmak adına yaptığı yolculuk diyoruz.

Birden size ruhunuzu arındırmak için su veriyorlar bu suyla bedeninizin kirinden arının diye, oysa siz bunu daha evvel denediniz olmadı su zaten kirliydi. Derken ateşle tanıştınız. Bu sevginin, nefretin, öfkenin, aşkın, adaletin, hükmün, suçun ve yaşamın ateşiydi. Amacı ruhu bedenden kurtarmak içindi. Ama olmadı. Ruh hala bedende hapis kaldı. O halde tek çıkış var ruhu istediğine kavuşturmak. Nasıl? İşte Yaratıldığı günden bu güne hastalarıyla, savaşlarıyla, kitaplarıyla, kah bilimsel, kah mitsel, kah manevi nereden bakarsanız bakın insanın ilk yaratılış anına geri dönmek ve bir olmak adına verdiği savaşın cevabı bu.

“Ölüm”

Ölüm acaba her şeyin çözümümü? Sanırım bu cevabı verecek çok kimse yok. Ama bildiğimiz bir şey var. Biz istersek maddesel bir ölüm yaşamadan da ruhumuzu serbest bırakabiliriz. Nasıl mı? İşte bunun cevabı bedeninizin arzularıyla, aklınızın arzularıyla, hatta kalbinizin arzularıyla bile hareket etmeyin. Bu sizi katil bile yapabilir. Bir başkasının canını bile aldırabilir. Siz sadece ruhunuzu dinleyin ve çalışın. Ne için? Biri anlamak için çalışın. Bunun için bedenin ne olduğunu tanıyın, kim olduğunu bilin. Bunun içinde yapmanız gereken oldukça önemli bir çalışma var. Bu yaşamakta olduğunuz hayatın sadece sizin yaratımınız olduğunu ve istediğiniz ama çok kuvvetle istediğiniz anda da değiştirebileceğinizi bilin. Çünkü zaman dediğimiz kavram gerçekte yaşanmış bitmiştir. Dün bugün ve yarın tek bir andır. Bizler hala zamanın sürekliliğini zannettiğimiz için bu sanal yaşamın yaptırımlarıyla uğraşmaktayız.

Zaman yaradılışın bir elemanıydı. Yaradılış ta tamamlanıp bittiğine göre, iki bir olduğuna göre hala hangi zamandan bahsedebilirsiniz ki.

“İkiyi Bir,

İçinizi dışınız,

Dışınızı içiniz, yukarıdakini aşağıdaki gibi yapınca.

Erkeği ve dişiyi,

Bir tek kılmak için

Erkek, erkekleşmesin,

Ve dişi, dişileşmesin diye.

Bir gözün yerine gözler,

Bir elin yerine tek el,

Bir ayağın yerine tek ayak

Bir suretin yerine tek suret yapınca

O zaman melekuta gireceksiniz.

Thomas İncili Bab. 22”

 Acaba bu satırlardan daha net ne anlatabilir ki bize sırrı.

Tarihte doğumun kutsallığı hiç yadsınamaz. Ama ölümde aynı oranda kutsaldır. Gün doğumu ve gün batımında bütün inanç sistemlerinde ve öğretilerde ibadet edilerek çalışmalara ara verilir. Birde Güneşin en tepede olduğunda ara verilir. Ama bu ara diğerlerinden çok kısadır. Burada da kişi gölgesi ile bir olur yani dualite ortadan kalkar. Karanlık yanla, ışık birleşir. Teklik zamanı da dilek dilenir. Bu özgürlük dileğidir. Güneşin kendilerini affedip bağışlaması dileğidir. İşte bu nedenle Çırak derecesinde henüz aday günahkâr ve karanlık, yani çok olduğu için çalışmalara tam öğle vaktinde başlanır. Gece yarısı artık yaradılıştan evvele dönüldüğü yani teklik anıdır. Yeniden yaratmak için, dinlenme için cennet için, çalışmaya ara verilir.

Aday Anne karnından yani mahzenden, yani mağaradan, yani karanlıktan, farkındalığını fark etmek için yeniden yaratmak için, doğar. Ancak var ettiği kendinden kopmuştur. Tekrar kendine dönebilmesi için bu kere yaratılanın kendi farkındalığını fark etmesi gerekir bu kere maddesel bir çalışma için ışıkta, aydınlıkta, tüm dualiteden ve dualitenin yarattıklarından kurtulmalıdır. Çalışmalı kendi ikizini bulmalıdır. Bu ikiz karşı cinstir.

Ancak kendinden doğum yapan kutsal olur. Yani Sudur eden kutsaldır. Hiçbir erkeği olmadan doğuran bakire gibi veya Hz Yahya gibi.

Bu nedenle yaratılan ilk varlık dişidir. Ancak o denli güçlüdür ki kendisinden sonra doğan erkek adamla birleşemez.

Adam Yaratandan kendine eş bir dişi vermesini ister. Yaradan o dişiyi verir. Buna öfkelenen ilk dişi bu yaratılanlar önünde eğilmez. Asla eğilmeyeceğini ve onların mükemmel olmadıklarını ispat için onlarla gidip, bunu ispatlamadan da geri dönmeyeceğini ve tekrar tek olmayacağını haykırır. Ne var ki teklik aşkı onda dayanılmaz hale gelir ve yok olmaya yakın bir düşkün haline gelir. Bu yok oluş diğer parçanın da yok oluşu olacağı için Yaradan tüm insanlığı ve kendi yaradılışını tamamlamak adına tekrar parçasıyla birleşerek yarattıklarına bu yolun geri dönüşlü olduğunu bununda kurtuluş olduğunu anlatır.

Dualite olmaksızın MONAD olunamayacağını, tekliğin ancak ikiliğin farkındalığına ulaşıldığında anlaşılabileceği bir gerçektir. Bu nedenle de sayı hermetizminde 1 ve 3 kutsal iki sayıdır.

Oğlunda yani yaratılanında aynı hakka sahip olduğunu kendi ruhunu özgür bıraktığında kendisiyle bir olacağını beyan eder. Tıpkı İsa mitinde, Demeter-Diosinos mitinde, Ezakiel mitinde, Buda mitinde olduğu gibi.

Dostlar buraya kadar anlatmaya çalıştıklarım belki bir efsane belki bir hayal veya kurgu gibi gelebilir. Ancak Mısır inisiyasyonları, Memphis Riti, Babil inisiyasyonları, Templier tarikatı, Mevlana dergâhı, Tap-tuk dergâhı hepsinde öz aynı esasa dayanır. Kişinin kendini tanıması ve kendinle bir olması esasıdır.

Aramızda doktor hele jinekolog varsa beni daha rahat teyid edecektir. Yaratılmış olan en mükemmel varlıkta hem dişi hem erkek yan vardır. Bu özellik bu varlığı diğerlerinden üstün kılan tek şeydir. Akıl değil. İşte bu özelliğin ruhsal yanı fark edilip de özüne inilirse o zaman bir olunur. Bu yetiye yabancılarda VİSDOM denmektedir.

Belki haddimi aştığım yanlar oldu. Ancak burada amacım hepimize bu yolculuğun hiçte o kadar kolay bir çalışma olmadığını, araştırılacak konuların ne kadar geniş ve zor olduğunu anlatmaktı.

Görevimiz insanlık tarihinin her yönünü araştırmak, tüm doğa ve kâinat öğretilerini incelemek, her sembolün hem tarihsel, hem de içsel anlamlarını öğrenmektir.

Aynı zamanda ruhumuzun ve bilincimizin doğrularıyla hükme varmamızı öğrenmektir. Bizim görevimiz ise bunun için çalışmaktır.

Umarım Yüce YARADAN benden ve bizlerden bu erki almaz.

 

Saygılarımla,

Kuthan SAVAŞÇIN