“Geldiğiniz yerdir gideceğiniz yer şüphesiz.

Ve orada yolculuğunuzdan sorulunca size,

Başınızı eğmekten korkunu öne…”

Bu satırlarla anlatmak istediğim, ezoterik yola giren bir kişinin bir ideale ulaşması için bu yolda, her ne olursa olsun sahip olması gereken Yüce Bir Güce olan inancın ardında yatan nedendir.

Ne diyorlardı kitaplar;

“O zamandan önce vardı,

       O zamandan sonra da olacak.

       O zamandır,

       Zaman O’ndadır.

       O her şeyin tümünde,

       O her şeyin en azında,

       O her şeyin en çoğunda.

       O başlangıçtan evvel yedi rengi var etti.

       Hayrınıza gördüğünüz.

       O başlangıçta bir ses var etti

       Hayrınıza duyduğunuz.

       O başlangıçta suya Ol dedi.

       Sıra ile ard arda oldular.

       Sıra ile ard arda bir yerde durdular.

       Secde ettiler hayrınız için,

       Hayırla.

       Başladılar yollarına.

       Önce O’nun öz sözü ile

       Özünüzü aldılar ele.

       Sizin için olanları,

       Olacakları getirdiler dile.

       Yaptılar…

       Emir aldılar…

       Yaptılar…

       Oldu emredilen

       Ve

       Oldunuz

       İşte o günde,

       Böyle bir yerde,

       Secde edip durdunuz.

       İşte sizin için hayır,

       İşte sizin için şer.

       O günden başladı böyle,

       Son güne kadar böylece.”

“Başlangıçta Allah vardı, gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu. Ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı. Ve Allah’ın Ruhu, suların yüzünde hareket ediyordu. Ve Allah dedi, Işık Olsun. Işık oldu.”

İşte buradan baktığımızda ilk anda her yer ışıksız.

Buna karanlık diyebilir miyiz bilmiyorum. Çünkü bir tanımı yapmak için yanına başka zıt bir kavram daha koymak lazım. Karanlık dendiğinde yanına zıttı aydınlığı koymak gerek. Aydınlık kavramı ise birçok değişik varsayım için kullanılabilir. Örneğin bilgi sahibi olmak ta aydınlanmadır. O halde bilgisizlik karanlık bir olgu. İşte bu kavram kargaşasından çıkmak için biz o ana ışıksızlık diyelim.

Derken, neden, niçin, nasıl, ne zaman ve ne kadar olduğu bilinmeyen bir gerekçe ile kimin tarafından olduğu belli olmayan bir şey oluyor. Bu şeyin ne olduğu da tanımlı değil ve bir ışık o sonsuz ışıksızlığın içinde oluşuyor. Bu ışık önce ikiye derken o her bir “ iki” de kendi içlerinde bir ışık daha üreterek ve her kademede kendi güçlerini azaltarak bazen de iki ve diğer ışıklar birleşerek yeni bir küre oluşturarak hareket ediyor.  Sonunda tüm ışıklar birleşip bir ışık daha oluşturuyor.

“O her şeyin sahibi,

O her şeye Ol diyen

Sabredicidir.

O önce bir tekten hayrınıza olan ikiyi,

Ve ondan

Sizin için toplu ve ayrı duranları,

Ve onlardan da

Bütün hayrınıza olanları var etti.”

Sanki yukarıdan aşağıya bir iniş gibi. “Yukarısı” işte yeni bir kavram çözümsüzlüğü daha… Bir şeyin yukarısı diyebilmek için onun aşağısının da olması ve hatta bütün bunları tanımlayacağımız bir hattın olması gerekmektedir.

Burada eski günlerime ilk üniversite deneyimim olan Astronomi – Matematik bölümü günlerime geri dönmek istiyorum. Rahmetli Sezai HAZER üstadım ve hocam bu bölümde okurken bize bir dersinde Samanyolu için “Sanki” dedi “Sanki aşağı düşer gibi hareket ediyor.” Sonra durdu ve gülerek “Çok saçma bir tanımlama değil mi Nereye gidiyor? Ne demek düşmek? Hele aşağı düşmek? Evrenin sanki yukarısı, sağı, solu, aşağısı var da? Ama yine de boşa demedim bir düşünün bunu” dedi. İşte o an aklıma ilk gelen şey sistemde bir merkezin olması gerekliliğiydi. Ancak bu merkez bir nokta olabilirdi. Ne çizgi ve ne düzlem değildi. Sonsuz hareketli ve sonsuz hareketli olduğu için durağan ve kendi ekseninde dönerek hareket eden bir merkezdi.

Tüm sistem işte bu merkeze doğru gitmek isteğinde olmasına rağmen, dönme gücü yani merkezkaç nedeniyle de merkezden uzaklaşmaktaydı. Ama merkezin inanılmaz çekimi sistemin dağılmamasını sağlıyordu. İşte sonsuz aşktı bu.

Sizin bilmediğiniz o ikinci, içindeki derin boşlukta, kendine benzeyen iç içe olanları saklar. Ve ikinci öylesine yerleşmiştir ki birincinin içine, ikincinin içinde olanlar gibi muntazam aralıklı. Ve birinci öylesine düzenle yürütür ki hepsini. Ve bu YARATAN’IN düzenidir. Asla şaşmaz.”

 “Şimdi siz kendi sisteminizde bir nokta iseniz ve O’nun var ettikleri düşünemeyeceğiniz kadar sonsuz ve en sonunda bir sınır içinde ise, işte o sınırın dışında O vardır mutlak.  Ve her şey O’na secde ederek dönmektedir etrafında.” Beyti DOST

İsterseniz bu noktaya ilerde tekrar dönmek kaydı ile kaldığımız yerden devam edelim.

Demiştik ki hepsi birleşti ve en altta bir küre oluşturdular. Önceleri küçük derken büyüyen bir aydınlanma oluşuyordu. Ancak ışık her yeri aydınlatmıyordu. Bu ışık dolaştıkça ışıktan parçalar ayrılıyor ve inanılmaz bir bilimle, düzenle ve kriterler zinciri ile yerleşiyorlardı. Ancak ışık hala çok kuvvetliydi. Parçalara ayrıldıkça gücü azaldı, azaldıkça soğudu ve soğudukça katılaşıp şekillendi. Her şekil kendinden parçalar oluşturdu.

Ve kâinat sonsuz ışıksızlığında sayısız ışık noktalarla bezendi. İşte bu ışık kümeleri; bugün sistemleri var etti. Bunlardan en yakınımız olan, bildiğimizi sandığımız ve adına Samanyolu dediğimiz galakside bir nokta kadar olan ışık kümeciği giderek soğudu şekillendi ve aydınlandı. Kâinatı yaratan güç, bu enerji toplarında kendinden var etmeye devam etti. Bilinmeyen birçok aşamadan sonra, yine bilinmeyen bir anda, yine bilinmeyen bir neden ve niçin ile ve bilinmeyen bir nasılla, ne kadar olduğu bilinmeyen bir çeşitlilikte varlıkları tamamladı. İşte bu yaratılmışlardan birisi olan, garip ve adına İNSAN dediğimiz yaratık, adına dünya dediğimiz kürede varlığını sürdürme savaşına başladı.

İşte bu andan itibaren de bizlerin EZOTERİZM dediğimiz öğreti var oldu ve çalışmaya başladı.

Yaşadığı kürede kendi sınırlı aklı ve duyguları ile algılamaya başladığı her şeyi kendince kodlamanın derdine düştü…

Gördüğü şey, her şeyin kendi etrafında döndüğü idi. O halde tüm bu kâinatın merkezi kendisi olmalıydı. Evet, kararını vermişti koskoca kâinatın merkezi bu garip dünya idi. Ama merkezde olmasına rağmen yukarıda bir şey onu bazen karanlığa, bazen aydınlığa sokuyordu. O şey pırıl, pırıl ve her tarafı aydınlatan bir ışıktan bir toptu. Bu yaşadığı tepsinin bir tarafından doğuyor, yükseliyor sonra tepsinin diğer tarafından yok oluyordu. O çıktığında karanlıklar içindeki tüm o küçük ışıklar kayboluyordu. O gidince de onlar çıkıyordu. Bu arada,  arada bir o ışık kadar parlak ve sıcak olmayan başka bir ışık topu daha çıkıyordu. O da ortalığı aydınlatıyordu ama o diğer sıcak ve parlak top gibi değildi.

Bazen o büyük ışık topunun sıcaklığı azalıyor, etraf soğuyor, her tarafı beyaz bir şey kaplıyor, gökten sular akmaya başlıyordu. Derken o topun ışığı ve sıcaklığı artıyor ortalık ısınıyor ve her şey yeniden canlanıyordu.

O halde bu sistemde bu sıcak ve aydınlık top bir güç olmalıydı ve her şeyi kontrol ettiği için kızdırılmamalıydı. Çünkü o top arada bir kızıp yukarıdan ateşler fırlatıyordu. O zaman onu kızdırmamak için ona teşekkür etmeli ve önünde eğilinmeliydi. İşte yukarısının kralı ilan olundu.

Ama bazen bu tepsi de bir şeyden öfkeleniyor her yeri sallıyor ve açtığı ağzından ateşler çıkarıyordu. O zamanda tüm yaşamlar yok oluyordu. O halde şimdi aşağının da kralı belliydi.

Şimdi bunu herkese anlatmak gerekiyordu. İşte hikayeler ve efsaneler böylece yaratılmaya başlandı.  Ancak bütün bu efsane ve anlatımları bir şeylere dayandırmak gerekti. Bu efsanelere gerekçe bulmak gerekti. O zaman da bu zeki ve akıllı insanlar yukarıda her zaman, hep aynı yerde durduğunu sandıkları bazı ışık kümelerine atıfta bulunmak istediler. Ancak bunları neye benzeteceklerini önceleri çözemediler.

Ama bu yaşam kavgasında kontrol edemedikleri ve kendi yaşamlarını zaman zaman yok eden güçlere karşı korku ve saygı ile bir tür seremoniler geliştirmeye başladılar.

Derken zaman denen süreçte birileri gökyüzünde var olan bu kümelerin bir şeyleri kontrol ettiğini düşünmeye başladılar ve yaşamlarında var olan bazı güçlü varlıklarla ve kendi tecrübe ve bilgileri ile onlarla bazı şeyleri özdeşleştirmeye başladılar.

Mesela boğa, yılan, köpek, horoz, başak, su döken kadın, aslan, yay gibi yaşamlarında çok etken roller oynayan varlıklardan yararlanmayı düşündüler. Boğa bazen yararlı işlerde kullanılırken bazen cana mal oluyordu. Hem iyi hem kötü gücü varsa o halde o ateş topu gibiydi. Horoz belirli zamanlarda gün doğumundan önce günün doğumunu haber veriyordu. O halde gökteki gücün gelişini haber veren bir yıldızın ismi olabilirdi. Tam bereket zamanı, hasat zamanı geceleri aydınlatan muazzam yıldız kümesi tıpkı başak demetlerine benziyordu. Giderek yukarıdaki tüm ışık gruplarına birer isim verildi. Bunlar aşağıda olanlarla özdeş kılındılar.

Şimdi yukarıdakiler artık yaşamın birer parçası olmuştu.

Bu kişiler başka şeyleri de öğrendiler. Yeryüzü öyle tepsi gibi değildi. Çünkü hep aynı yöne gittikçe güneş hiç batmıyordu. Ve görüntü değişiyordu. Sanki bir yuvarlak küre üzerinde yürüyor gibiydiler. O halde yukarıdakiler gibi aşağıda ki de küre gibi olmalıydı.

İşte bu bilgi sahiplerinin giderek artan gözlemleri, deneyimleri ve söylemleri sonunda onların artık güneşin bilgisini taşıdıkları sanıldı. Onlar çok yüce ve tanrısal bilgilere sahiptiler ve bu bilgiler o zamanki insanlar için çok yüce idi. Bu bilgeler güneşin neler yapacağını, bilebiliyorlardı. Mevsimleri, günleri olayları tahmin edebiliyorlardı. Bunları yaparken de yukarının sırrından faydalanıyorlardı. O halde bu bilgelerin yukarısı ile bir bağlantıları olmalıydı. Bunları öğrenmek isteyenler de her an elbette ki artmaktaydı. Bu bilgeler artık kutsanmışlardı. Toplumda sözü dinlenen hatta yukarıdakinin dilinden anladıkları için bazen ondan bile güçlü olan dolayısıyla tapınılması önlerinde eğilinmesi gereken kişilerdi.

Ancak her zaman olduğu gibi o zamanlarda da toplumların liderleri vardı. Bu liderler bazen bu bilgelerle ters düşüyorlardı. O zamanda bu bilgelerin yok edilmeleri gerekiyordu.

İşte yavaş yavaş oluşmaya başlayan bir erkler düzenin de yeni kurallar gelişmeye başladı.

Bu bilgeler gelişen olaylarda yaşamlarını riske atmamak için bu sefer bildiklerini söylememeye başladılar. Ancak bilgiler yok olma riski ile karşı karşıya kalıyordu. İşte o zaman başka bir sistem buldular. Bu sistemde bilgiyi isteyenler bir dizi sınavlardan geçiriliyorlardı. Bu sınavlardan geçmek içinde çok ciddi eğitimler almaları gerekmekteydi. Sistem bilgi derinleştikçe zorlaşmaya başlamıştı. Bu arada bilgiye ulaşmak isteyenler arttıkça da sınavlar zorlaştırılıyordu. İşte bu döngü içinde bilgi artık ulaşılması zor hale gelmişti. Bu da gerekli idi.

Çünkü bilgi yukarının bilgisiydi. Üstelik hala bilgeler, o kapkaranlık yuvarlak küreden ötede var olan, o bilinmeyen, kudretli, bazen öfkeli, bazen sevecen, bazen bereketli, bazen kurak, bazen yukarıdan ateşler indiren muhteşem gücü aramakta, anlamaya çalışmakta ve ona ulaşmaya çalışmaktaydılar. Gökyüzünün dilini anlamak ve onun gücünü anlamak için bu sırrı bulmak gerekliydi. Aynı zamanda oraya ulaşılması içinde gerekli bir bilgiydi.

Ancak iş çok zorlaşınca bu kez talep azalmaya başladı. O zamanda tıpkı yukarının yaratılışta yaptığı gibi bilgiyi biraz derine saklayıp daha az riskli olanını, daha anlaşılır hale getirdiler ve özetle;

“Yukarıda ne varsa aşağıda da vardır”

tezini ortaya atarak insanları yukarı çıkmak için aşağıyı öğrenmeye yönlendirdiler. Zaten yukarıyı kodlarken de aşağıdan faydalanmışlardı.

Ama aşağıyı anlamak da o kadar basit değildi. Bu kere yolculuk ve öğreti aşağıdakileri algılama ve tanımlamaya gelmişti. Bu noktada daha maddesel bir ortam olduğu için sistemi geliştirenler kendi akıllarını devreye alarak kendi bilgileri ile tezler, antitezler, savlar üreterek bilgiyi somutlaştırmaya başladılar. Kendi yapılarını araştırmaya başladılar.

Akıl denen, insan için materyalist ve bilimsel, oysa Yaradan için sınırsız ve güçlü bir kavramı kendilerine araç edindiler. Araştırmalar hangi aşamaya gelirse gelsin, ortaya hep aynı cevapsız soru geliyordu. Tıpkı o aydınlığın arkasındaki sonsuz karanlık gibi, ezoterik öğreti ustalarınca da sırrı hala araştırılan, ancak bazı çok üst katmanlarına çok özel varlıkların ulaşabildiği o muhteşem ve çözülemeyen kısım gizemini korumaya devam ediyordu. Tıpkı adı söylenemeyen ve tanımlanamayan o yüce güç gibi tanımlanamayan o enerjide takılıp kalıyordu insan.

Bir kere daha insan denen varlık yukarıya yönelmeye başlıyordu. Yukarısı ile aşağısını bir kılan öğreti için insan hem ezoterizm temellerini, hem de bilimsel bulgularını aynı kefeye koymaya başladı. Çünkü bilimde artık ezoterizmin kendilerinden bir adım önde olduğunu kabul etmeye başlamıştı.

Bu çok materyalist bir anlayış olmamasına rağmen mistik öğretilerle eşgüdümde olmak üzere çalışmaları birlikte yürütmeye karar verdiler.

Peki hedef neydi?

Hedef çok açıktı TANRISALLAŞMAK ve TANRIYA ULAŞMAK

Yani kâinatı yönetmek, hala çözemedikleri gücü yönetmek ve kendi yaşamını sonsuz kılmaktı.

Çünkü eski kadim bilgi sahipleri çok açık bir motto daha bırakmışlardı.

Tanrılar ölümsüz insanlar,

  İnsanlar ölümlü tanrılardır.”

Bu bilgi içinde çok önemli bir sırrı saklamaktaydı. Eğer insan ölümsüzlüğe ulaşabilirse TANRI olabilirdi.

Tanrı, işte bu kavram tüm sistemlerde adeta bir son nokta ve hakikat olarak kodlanmıştı. Neydi, neredeydi, nasıldı, kimdi, ne zamandır vardı, gücü nereden geliyordu, hangi ırktandı, cinstendi, renktendi. İnsan aklının algılayabilmesi için illaki yapması gereken tanımlama kriterlerine uydurulmaya uğraşılan ve her an bilim ve teknoloji ilerledikçe de detaylanan sorularla kodlanmak istenen yüce, sınırsız ve sonsuz enerjiye sahip şey.

Bu kavram yalnız bilim dünyası değil, ezoterik sistem için de önemliydi. Çünkü bu sistem de yukarının sırrını anlamak ve onu kullanmak için çalışmaktaydı. Bu bilgi mutlaka ama mutlaka birileri tarafından bilinmekteydi. Çünkü bazı bulgular ve bilgiler hala çok açıklanamamaktaydı. Oysa eskiler bugün bizim çözemediğimiz bazı şeyleri halletmişlerdi. Bıraktıkları eserlerin ve bilgilerin gizlediği açıklamaların büyük bir kısmını bu günün modern bilimi büyük bir hayret, şaşkınlıkla ve hayranlıkla kabul etmekteydi.  Eskilerin elde ettikleri sonuçlara yüzlerce yıllar önceki tahmin edilen bilgi seviyesiyle nasıl ulaşıldığı hala bir sırdı. Bu da bize ezoterik misterlerin aslında bilinen kısmının bir kabuk olduğunu, öz bilgi veya hakikatin çok derinlerde olmasına rağmen bilindiğini ancak çok ama çok zor sınav ve eğitimle ulaşılacağını anlatmaktadır. Tıpkı bu yolculuğumuzun ilk dersi gibi V.İ.T.R.İ.O.L.

Peki, bu kadim bilgi nasıl bir bilgidir? Neyi saklamaktadır? Bu bilgiye nasıl ulaşılabilir? Ve her şeyden önemlisi acaba ulaşan var mı?

Elbette ki bu kadim bilgi Yukarısı diye tanımlanan, sistemin, o sistemin yaradılışın ilk anını sorgulayan ve ilk bilginin sahibiyle ilgilidir. Bu bilgiye her ne kadar bilimsel yolla bir hipotez olarak ulaşıldığı sanılsa da, ilerleyen zamanda ve elde edilen her yeni bilgi ile çürümekte ve yeniden hipotezler oluşturulmaktadır. Oysa ezoterizm bu bilgiyi kendi sırlarında saklamaktadır.

Bu bilgi yazılı ilk inanç sistemi olan Mısır ezoterizminde tüm kainatı yaratan bir güç olarak tanımlanmış ATON’du ve güneş onun görünen hali olarak adlandırılmıştı. AMON-RA. Mısır kralları sayılan firavun ise bu gücün bedenleşmiş hali sayıldığı için çok küçük yaşta başlayan bir eğitimle gerek dinsel ve gerekse özellikle astronomi, sihir, müzik ve tıp bilimleri ile geometri gibi kutsal hesap ilmiyle donatılmaktaydı.

Yunan ezoterizmin de ise bu kere karşımıza ZEUS gelmektedir. Hercules, Artemis, Apollon gibi eş güdüm tanrılarla isimlendirilirken enteresan bir şekilde yukarıdakinin görüntüsü için güneş seçiliyordu. Ancak Yunan kralları, Mısır firavunları gibi Yüce Yaradan’la eş değerde sayılmıyor bu nedenle de özel bir eğitimden geçmiyordu. Çünkü burada bu yetki bir ruhban sınıfa bırakılmıştı.

Uzak doğu ezoterizminde ise Her şeyi Gören bir gücün varlığı kabul edilmekteydi. Bunun görünen yansıması şüphesiz yine güneş idi. Ancak bu kere eski kadim öğretilerden enteresan bir alıntı daha ortaya çıkmakta ve AY da TANRIÇA sıfatı ile tanrının dişil yanı olarak yukarıda yerini almaktaydı. Yine Mısır ezoterizmi gibi Uzak Doğuda da imparator Yücenin bedenleşmiş hali olduğu için çok küçük yaşlardan itibaren özel eğitime tabii tutuluyordu. İş bununla da kalmıyor Kraliçe olacak kız çocuğu da aynı şekilde eğitiliyor ve kralın yanındaki yerini alıyordu.

Yakın Doğu İran, Pers öğretisinde ise Eski Sümer ve Babil öğretilerinin derin izi görülmekteydi. Yüce Yaradan Ahura MAZDA ismi ile sıfatlanmaktaydı. Güneş tacında tanrısal sembol olarak yerini alıyordu.

Yine çok özel ve kadim bilgiyi özel eğitmen, din adamları ve bilgelerden alan genç aday bununla da kalmayıp korkunç zor bir eğitim ve inisiyasyondan geçiyordu. Bazen bu yolculuk adayın ölümü ile sonuçlandığında yedek tutulan ikinci aday onun yerine devam ediyordu.

Sümer ve Babil de ise Yaradan MARDUK ismini almaktaydı. Göklerin kralı olarak Aslanla sembolize edilmekte ve aslanın başının üzerinde güneşten bir taç konmaktaydı. Kral çok yüksek ziggurat denen kulenin en tepesinde güneşe en yakın yerde oturmaktaydı. Eğitimi için, astronomi, müzik, felsefe, matematik özellikle geometri ve biyoloji eğitimin yanında gizli kadim sırlar da öğretiliyor ve bu güçlerin kullanım yasaları veriliyordu.

Giderek yok olan krallıklar ve eğitimler bu ezoterik öğretilerin belli bir grubun elinde saklanan sır olarak kalmasına sebep olmuştu. Bu grupta bu bilgiyi yaymanın zararını gördüğü için gizlenmiş ve çok yaşamın olmadığı sessiz, sakin, toplumdan uzak yerleşkelerde varlıklarını sürdürmeyi tercih etmişti.

Ancak her şeye rağmen bilgi vardı. Biliniyordu ve zor da olsa öğretiliyordu.

Yıllar süren yöntemlerin sonucunda artık ezoterizm ve Tanrı kavramları iç içe yürümeye başlamıştı.

Peki, gerekli miydi Tanrı kavramı?

Bu soru en azından öğretinin içinde var olan bilgilerin gücü ile ilgilidir. Çünkü eğer öğreti içine bir güç koyamazsanız öğretinin hedefi ve yaşamı kaybolur. Dünya üzerinde yüzyıllardır varlığını koruyan tüm sistemlere baktığınızda hepsinin özünde mutlaka ulaşılması zor ve hatta imkansız bir nihai gücü barındıranlar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bunlara zaman içinde din sıfatı da verilmiş olmasına rağmen büyük bir kısmı bu tanımın dışında öğretisel yapılarını korumaktadırlar.

Yüzlerce yıl öncesinden gelen yukarıda ne varsa aşağıda da vardır doktrini. Bilimsel olarak ta iki kavramı ortaya çıkarmıştır.

Makro kozmos ve mikro kozmos.

Bugün bizlere hiçte yabancı gelmeyen bu iki kavram bundan yüzlerce yıl evvel eğer telaffuz edilse idi hiç şüphesiz ki bunu telaffuz edenler ya diri diri yakılır, ya taşlanır veya haça çivilenirlerdi. Ancak bugün bilimsel olarak bile insan denen varlığın evrenin minyatür modeli olduğu kabul edilmektedir.

İşte ezoterik yapılar içinde bugün bilimin ulaşabildiği sırlardan en önemlisi buydu. İnsanın evrenin küçük bir modeli olduğuydu. Böyle olunca da insanı var eden bir gücün olması evreni var eden bir gücün olmasını hiç şüphesiz ve tartışmasız olur kıldı. Çünkü insanoğlunun bir sperm ve yumurtadan başlayan yolculuğunda çok hücreli yapıya dönüş aşamasında oluşan gelişmesi hala kendi sırrını korumaktaydı.

O ilk 21 günlük devrede yaşanan gelişme hala bilimsel olarak açıklanamamaktadır. Hiçbir elektronik mikroskobun şimdilik gözlemleyemediği bu evre yaratanın evreni şekillendirmesi gibi bilgisini insandan saklamaktadır. Bu yapılanmada tanrısal erk iki tek hücreden ve hücrenin ana programı olan DNA ve RNA kodlarından yeni bir hücreler bütünlüğünün oluşmasını sağlamakta ve bu yeni oluşumun bir ömür dediğimiz yaşam sürecini, şeklini, huyunu, karakterini velhasıl aklımıza gelecek her şeyini programlamaktadır. Bu öylesi bir programdır ki daha sonra asla değişmemektedir.

İşte bütün bu gerçekler, insanoğlunda bu gücün tanım ve konumunu arama ve ona ulaşma dürtüsünü kamçılamaktadır.

Yukarısının sistemini, bilgisini, öğretisini ve yolunu bulduğu tahmin edilen ve üyeleri tarafından da denenerek bazen tutan bu yöntemler zincirinde de işte bu güçle ilgili çok net tarifler mevcuttu. Bu bilgi onun her yerde olduğu, her partikülün özünü teşkil ettiği ve o olmaksızın hiçbir şeyin olamayacağı inancıydı. Peki, ölümlü insan nasıl ölümsüz olabilirdi. Elbette ki bu elbiseyle mümkün olamazdı. O halde insanda var olan bir şeyin eğitilmesi gerekmekteydi. O da adına ruh dediğimiz veya can dediğimiz veya enerji dediğimiz o tanımlanamayan süreli yapının eğitimiyle oluşacak bir edinimdi. İnsanoğlu kendinde var olan bir gücü geliştirerek, temizleyerek, özgürleştirerek ölümsüzlüğe ulaşabilirdi. Bunun içinde elbisenin istekleriyle, üzerinde var olduğumuz dünya denen yuvarlağın değerlerinin göz ardı edilmesi gerekmekteydi.

Bu temizlik içinse kişinin önce kendinden daha güçlü, daha mükemmel, daha sonsuz, daha sınırsız bir gücün varlığını kabul etmesi gerekmekteydi. Tıpkı kadim ezoterik öğretilerin adını dahi telaffuz etmediği ve edilmesine izin vermediği o karanlıkların ve aydınlıkların hükümdarı, efendisi, Evrenin Ulu Mimarı, YHVH, ADONAİ, AGLA, ELOH, ELOA, ELOHİM, BABA, ALLAH, GOD, TANRI, RAB, RAHMAN, MARDUK, ATON, AMON-RA, AHURA MAZDA, MARDUK gibi.

Adı, sıfatı, tanımı, kodu her ne ise hala ulaşılmayan, ama O’nun bize bizim her anımızda ulaşabildiği, gücü sorgulanmayan muhteşem ŞEY. O her ne ise, tüm yarattıkları gibi, biz kendini kâinatın efendisinin temsilcisi sanan, zavallı insanın her soluk alışında O olmayı ve her soluk verişinde de O’na dönmeyi düşlediğimiz GÜÇ için yarattığımız yolculuğun ve bu yolculuğu anlatan oyunun elbette ki bir baş aktörünün olmamasının düşünülemeyeceğidir. Zaten baş aktör olmazsa da oyunun da olamayacağı çok açık ve nettir.

Yücelerin En Yücesinden, bizlerin oynayacağı bu oyunun, baş aktörlüğünü esirgememesi dileğiyle.

Kuthan SAVAŞÇIN

26.ŞUBAT.2016