Bugün CENNET ve DOĞUM başlığı altında aslında bu çalışmanın yapılması gereken yer ve şekilleri sizlere aktarmaya çalışacağım. Bunu yaparken de her zaman olduğu gibi satır aralarını siz kardeşlerimin, dostlarımın, ustalarımın tamamlamalarını ve elbette benden farklı düşünenlerin de fikirlerini ortaya koyarak güzel bir çalışma örneği vermemizi diliyorum.

Satırlarıma Cennet ve Doğumun ayrı ayrı lügat tanımlarının yaparak başlamak istemiyorum. Çünkü inanıyorum ki hepimiz bu tanımları artık ezberledi. Ama ben konuya açıklık getirmesi için bu tanımları kendimce yine kaynakçaların verdiği tanımlardan yola çıkarak tanımlamak istiyorum.

Cennet; HAKİKATİN olduğu yer, kişinin kendini bildiği yer, kişinin kendisi ile bir olduğu yer, ulaşılmak istenen güzellik ve arzu,

Doğum; Hakikatten görüntüye geçiş maddesel doğum, veya görüntüden hakikate dönüş esas istenen öze doğum, cennete girmek için geçilmesi gereken kapı, kişinin kendini tanıması için şekillendiği maddesel ortam giriş, veya kişinin kendi olması için geçireceği evrim başlangıcı.

Şimdi gelin bu öğretiye bu tanımlarla başka bir kapıdan veya pencereden bakarak izleyelim ve çalışma kanunu bizi nerelere götürecek kendimizi ona bırakarak biraz beyin ve ruh jimlastiği yapalım.

“Cennet O’nun emir ve buyruklarına uyanların yeşillikler içerisinde oturacağı altlarında serin suların aktığı yerdir”

 “Gerçeği görmek diye bir şey yoktur. Kim neyi görecek? Siz ancak gerçek olabilirsiniz – ki zaten O’sunuz. Sorun yalnızca zihinseldir. Sahte düşünceleri terk edin, bu yeter. Doğru fikirlere de ihtiyaç yoktur. Çünkü doğru olan fikirde yoktur. Gerçekte bir amaca da ihtiyaç yoktur. Sahte olandan kurtulmak başlı başına yeterince iyidir, bir ödül istemez. Bu tıpkı temiz olmak gibidir.İşte  buda kendi kendinizin ödülüdür.”

 “Huzursuz olan gerçek varlığınız değildir. Fakat onun zihninizdeki yansıması huzursuz görünür. Çünkü zihin huzursuz görünür. Bu tıpkı rüzgarın dalgalandırıp karıştırdığı suya yansıyan ayın görüntüsü gibi.”

İşte sizlere birkaç satır, hepsinde de işlenen şey bence değişik olarak yorumlanmış olsa bile aynı özlemdir. İnsanın kendisini bilme ve buradan giderek de gerçek mutluluğa ulaşmasıdır.

Bakınız daha tüm öğreti kitaplarının başında öğretilmeye çalışılan şey insanın yaşamı boyunca ne kadar zor şartlar altında çalışırsa çalışsın salt gerçeğe ulaşamayacak olmasıdır. Bu insana belki verilen bir cezadır. Ama öyle bir ceza ki onun ömrü boyu ve hatta kendinden sonra gelecek olan nesiller boyunca sürecek olan bir ceza. Affı asla düşülmeyen ve hatta bunun onun için bir ödül olduğu felsefesi verilerek süslenen bir ceza. Peki ne yaptı bu İnsan denen varlıkta bu cezayı hakketti. Bence işte bu noktada biraz durmak gerekir. İnsanın oluşum tarihini incelediğimizde görürüz ki insan bir çok Kutsal Kitapta da belirtildiği gibi Yüce Yaradan’ın canlılığını taşıyan bir maddesel bütünlüktür. İşte bu varlık evren kurallarını hiçe sayarak kişisel ego’sunu ve belkide merakını gidermek amacı ile hakkı olmayan bir bilgiyi, bir gerçeği ele geçirmişti. Bu bilgi onu diğer kutsallarla ve belkide Yaradan’la eş kılabilecekti. İşte bu noktada düzenin korunması gerekliliğinden ve daha bu varlığın bahsedilen gerçeği tam anlamasının imkansız olması düşüncesi ile Yaradan kendi özünü taşıyan bu bütünlüğü belki bir sınavdan geçirmek veya belkide temizlenmesi için kendi sisteminden çıkardı. Ama onun denetimini de her an elinde tutmak kaydı ile.

Peki neydi bu gerçek? :Bence bu gerçek bütünün kendisidir. İnsan bunun ne olduğunu anladı. Bunu anlarkende aklını kullandı. Ancak bunun yorumunu yapmaya henüz yetkili olamayacağı için bu sır onun varlığının bir yerine gizlendi. Evet insanoğlu sırrın kendisi ile birlikte var olmakta ama bunun ne olduğunu kendi aklı ile de bir türlü anlatamamaktadır.

Bu sırrı anlamasın daha doğrusu bunun üzerinde fazlaca yorum yapamasın diyede ona yaşamını sürdürmek için karşısına çıkan bir çok zorluklarla savaşacağı, uğraş vereceği kısaca çalışmak zorunda olduğu bir ortam hazırlanmış ve onun içinede yerleştirilmiştir. Doğal olarakta insan bütün bu zorlukları yaşamaya başlayınca gerçeği aramaktan uzaklaşarak gittikçe egoist, hırs dolu ve kendince hedefler yaratarak o hedefelere ulaşmaya çalışan böylecede gerçek hedeften uzaklaşan bir varlık sıfatına dönüşmüştür. Tarihi boyuncada bu yaşam tarzında o denli kontrolden çıktığı noktalar olmuştur ki işte bu anlarda da Düzen Koyucu kendi otoritesini kullanarak bu yoldan çıkan varlığı tekrar düzenin bir parçası yapmak için değişik olaylar yaratarak bunları çözen elçiler göndermiştir.

İşte bence insan bu. Belki de sizce biraz utopik gelen bu tanımla sınırlanan bir yaratıktır. Oysa bu yaratık özünde büyük sırrıda taşımaktadır. Nasıl mı? Gelin hep beraber değişik mukayeseler yaparak bunu araştıralım. İnasan vücudunu biyolojik olarak incelediğimizde sayısı henüz tespit edilememiş hücrelerden varolduğunu görürüz. Evrene bakalım sınırlı bilgimizle baktığımızda henüz sayısını bilmediğimiz gezegen veya yıldızlardan oluşmuştur. İnsan vücudunda tıbbın keşfettiği organlar vardır. Evrene baktığımızda birkaç yıldız ve gezegenden bir araya gelen sistemler vardır. İnsan vücudunu düzenlediği düşünülen sistemler vardır. Sindirim sistemi gibi. Evrene baktığımızda yıldızlar, sistemler topluluğu olan galaksiler vardır. İnsan yaşamını var eden iki büyük sistem kan dolaşımı ve lenf dolaşımı. Evrene baktığımızda hava ve ether. İşte size makro boyutlarda iki mukayese peki bunu mikro boyuta indirdiğimizde karşımıza çıkan durum nasıl dersek. Organizmanız içinde her an bir hücre var olmakta ve tekrar yok olmakta bizler bunun bilincinde olmamamıza rağmen bu yaşanmakta evrende de her an bir varlık varolmakta ve tekrar yok olmakta en azından insanoğlunu baz kabul edersek. Eğer sizin vücudunuzdaki o hücre hastalık yapan bir hücre ise ve siz farketmeden çoğalıp sistemi zorlarsa hemen bir doktora gider ve ilaç alarak sistemi tekrar eski haline getiririz. Peki ya insanoğlu aynı şeyi yaparsa işte o zamanda biraz evvel yukarıda söylediğim gibi savaşlar ve afetler arkasından ilaç yani elçiler gelir ve sistem düzenlenir. Peki hücre yokolduğunda veya hücreler yokolduğunda sistem yokmu oluyor? Elbetteki hayır çünkü her yok olan hücre yerine yeni bir partikül bırakıyor, mitoz veya amitoz çoğalma ile işte evrendeki varlıklar gibi doğumla çoğalan neslini idame ettiren organizmalar ve varlıklar. Peki o hücre için varolmak yani şekillenmek nasıl doğumsa bizlerinde anne rahminden çıkışımız aynı değilmi? Ya o hücrenin yok oluşu bizlerin ölümü ile aynı değilmi?

O halde insan sırrıyla doğar derken bunu pekte abartmış sayılmayız. Ve şüphesiz ki bu örnekleri çoğaltarakta bir yerlere varmak mümkün. İşte bu nedenlerle bizler insan evrenin mikro yapısıdır diyebilmekteyiz. Makro boyutta evren için makrokozmos bu evrene göre mikro boyutta ki insan içinde mikrokozmos demek bence yanlış değil. O halde bizim sırrı veya gerçek bilgiyi teleskoplarla gökyüzünde değil bence büyüteçlerle içimizde aramamız daha kolay sanırım.

Peki buraya kadar herşey aynı ise neden insan soyutlandı veya dışlandı. Bunun cevabınıda başta vermiştim. İnsan aklı, duyguları ve vicdanı ile yaşamayı öğrendi. Yani etrafını ve kendini araştırmayı algıladı. İşte bu algılama onu üstün kıldı bunun içindir ki salt gerçeği görmesi engellendi. Salt gerçek insanın varmak istediği yerdedir. Biz buna CENNET diyebiliriz. Oysa bizler farkında olmadan her an o cennete girip çıkmaktayız ama bunu maalesef açık bilinç ile yapamamaktayız. Her uyku anımız, her soluk verişimiz o CENNET’e içine girişimiz, her uyanışımız ve her soluk alışımız ise Cennetten kovuluşumuz yani DOĞUM’umuzdur. Peki insan bunu ne zaman anlayabilir. Bence bu, bu yapısal konumda pek mümkün olmamaktadır. Konuşmamın bir noktasında insanın salt gerçeği aramaması için o mücadele ve çalışma dolu bir maddesel ortama kondu demiştim. İşte bu maddesel ortamdan kendisini soyutlayıp tüm dünyevi zevk ve girdilerden arınıp kendisini fakir kıldığında yani kendi ile başbaşa kalmaya başladığında bu yolda da yürümeye başlamış demektir. Bu mümkün mü? bence bununda cevabı hayır olacaktır. Çünkü plan bir uğraş vermemize göre kurulmuştur.Tabii ki aramızdan bunu başaranlar çıkacak ve En-El HAK diye bağıracaklardır. Ama onlarda diri diri soyulup ateşe atılarak yakılacak veya ben Tanrının oğluyum dediğinde de çarmıha gerileceklerdir. Çünkü insanın bu bilinç seviyesinde bu gerçeği bilmesi vücudunuzda ki kanser hücresinin size yaptığının insan tarafından sisteme yapılması ile eşdeğerdir.

Bu hırs ve ego ile yaşamını sürdüren insanın eline o muhteşem yaratma gücünün geçtiğini düşünebiliyor musunuz? Birbiri ile savaşan binlerce varlık ve sistemler. mevki, iktidar, güç hırsı ile yanıp tutuşan insanın yarattığı evren? Düşünülmesi bile kabus ve kaos dolu?

Bütün bu sözlerden sonra bana şunu sorabilirler; iyide peki biz nasıl mükemmele gideceğiz ve nasıl çalışacağız veya ne için buradayız? Bu sorunuza şöyle bir sözle cevap vermeye başlamak istiyorum.

Yaşam tıpkı bir nehir gibidir. Bazıları onun kenarında durur ve onun önlerinden akıp gidişini büyük bir hayranlıkla ve saygı ile izlerler. Bazıları ise o nehire girer ve onu sınırsız dalgaları ve akıntısı içinde suyun bir damlacığını yakalamaya çalışırlar ve bir gün onu yakaladıklarında….

İşte bizim yapacağımız çalışmada bence bu önümüzden akıp gitmekte olan yaşam nehrine girebilmek ama çırılçıplak. Sanırımda bu klasik anlamda insanın psikolojisine ve felsefesine pek uymuyor. Ama biz seçilmişler için durum biraz farklı ta ilk doğum anımızdan hatta anne rahmimizden itibaren adım adım görünmesine rağmen ilk aşamadnn beri yaşam bunu işlemektedir.

Bu yaşam zincirinde çalışmak elbette toplumsal bir olgunun temelidir. Ama sanırım bu çalışma doktrini salt maddesel bir çalışma olmamalıdır. Her ne kadar bu çalışma maddesel anlamda anlatılmakta ise de maddesel anlamda iyi bir çalışma yapabilmek için de manevi anlamdaki çalışmalarımızın belli bir düzeyi de aşmış olması gerekmektedir.

Bu manevi çalışmayı yapmaksa bence çok kolaydır.

İNSAN dışarıdan gelecek hiçbir güç ve yardıma güvenmeksizin kendini yüceltmeye çalışmalıdır. Arasıra günlük yaşantının kaygılarından uzaklaşmalı ve vicdanının sesini dinlemelidir. Ancak böyle zamanlarda iyilik ve güzelliğin kaynağını göreceğimiz geniş ufuklar gözlerimizin önünde açılır ve düşüncelerimiz Kainatı Yaratan Yüce Varlığa doğru yükselmeye başlar. Dileğelim ki bu yücelmede elbirliği ile yapacağımız çalışmalar bizlere yeni güçler bağışlasın”

Sanırım bu satırlar bize nasıl çalışmamız gereğinin adeta alfabesini vermekte.

Çalışmak sanırım hepimizin alın yazısı gibi ama salt öylemi yani yanlız bu alın yazısı insanoğlu içinmi? Bence değil. Bakın o sonsuz doğaya her parçası bir uğraş içinde adeta birbirini tamamlayan bir puzzle gibi. Bir parçası eğer yerine oturmaz ise diğer hiçbir parça yerine oturmuyor. Bunun nedenide herşeyin birbiri ile bir bütün ve iç içe ve yine her şeyin tek başına özgür olmasından kaynaklanmakta. Bu konuda yazılmış olan yüzlerce kitap ve eser mevcuttur. Kaos fiziğini inceleyen ve merak eden kardeşlerim çok iyi bildiği gibi varlıklar arasında artık bir boşluk yok. Çünkü her yerde uçuşan şekillenen ve dağılıp değilşime uğrayan atomlar var. Buradan hareket ederek herşey canlıdır diyen teoriden tutunda Butterfly Effect olarak bilinen Kelebek Kanadı Etkisi olarak tercüme edilen örneğe kadar tüm sistemler ve araştırmalar bize bundan yıllarca evvel misterlerin ve felsefenin getirdiği herşey bütündür ve herşey o bütünün bir parçasıdır teorisini ispatlamaktadır. O halde yanlız insanoğlunun çalışmaya mahkum edildiğini söylemek sanırım biraz sisteme de aykırı. Çünkü sistem bir çalışmanın içinde yani sistem çalışmakta bir yere doğru daha doğrusu bir şeye dönüşmek için.

“Yeryüzüne ve onun ruhuna ayak uydurabilmek için çalışıyorsunuz, çünkü aylaklık yeryüzünün mevsimlerine yabancılaşmak demektir. Sonsuz doğru gururlu bir kabullenmişlik ve soylu adımlarla ilerleyen Hayat’ın gelişiminin dışına çıkmak demektir.

Çalıştığınız zaman akıp giden saatlerin fısıltılarını içinde müziğe dönüştüren bir ney’e benzersiniz.

Yeryüzünde her şey belli bir uyum içinde şarkı söylemekteyken, hangi biriniz çıkıp da sağır ve dilsiz bir kamış parçası gibi sessiz kalabilir?

Kimbilir kaç kez çalışmanın bir bela ve işin de bir uğursuzluk olduğu söylenmiştir sizlere. Oysa ben sizlere diyorum ki, çalıştığınız zaman yeryüzünün en uzak düşünün, doğduğu gün sizin adınıza ayrılan bir parçasını doldurmuş olursunuz.

Kendinizi işinize vermekle de gerçekte hayatı ve yaşamayı seviyor oluşunuzu ortaya koyarsınız.

Hem, sarıldığınız bir işin aracılığı ile hayatı sevmek, onun içinin derinliklerinde sakladığı gizeme yakınlaşabilmemizi sağlar.

Ama eğer çektiğiniz acılara bakarak üretkenliğin bela, kör gırtlağı doyurmanın da alnınıza yazılmış bir büyü olduğunu söylerseniz, sizlere, akan alınterinizden başka bir şeyin bu yazgıyı silip atamayacağını duyururum.

Sizlere hayatın kapkara olduğunu söylenmiştir.Ve sizler de gerçekte zayıf kimselerce söylenmiş olan bu sözleri kendi zayıflığınız içinde dilinize dolayıp, yinelemektesiniz.

Ben size diyorum ki, hayat, ancak hızlı gelişiminden yavaşlatılmaya başladığında kapkara olur.

Ve bu hızlı gelişim bilgiden yoksunsa kör olur,

Ve her bilgi, içinde eylem yoksa boşunadır,

Ve her eylem, içinde sevgi yoksa boştur.

Sevgiyle dolu olarak çalışırsanız, ilkin kendinize, sonra birbirinize, sonrada Tanrı’ya bağlanmış olursunuz.

Sevgi ile dolu olarak çalışmak nedir? Birde bu var.

Dokuduğunuz kumaşı, sanki yanlız en sevdiğiniz kimse giyecekmişcesine yüreğinizden çektiğiniz ipliklerle dokuyabilmek,

Kurduğunuz yapıyı, sanki içinde yanlız en sevdiğiniz oturacakmışcasına özenle ve sevgi ile kurabilmek

Serptiğiniz tohumları ve onun ürünlerini, sanki yanlız en sevdiğiniz yiyecekmişcesine sevgi ile ekip biçebilmek,

Bütün bu yaptıklarınıza kendi canınızdan yükselen bir soluk katabilmek

Ve tüm kutsanmış ölülerin, çevrenizde yaptıklarınızı gözetlemekte olduklarını bir an olsun aklınızdan çıkarmamış olmak.

Uykunuzda konuşuyormuşcasına şu sözleri yinelediğinizi çok duymuşumdur;”Mermeri işlerken, kendi ruhunun şeklini o ak taşın içinde bulan kimse, toprağı işleyen kimseden daha yücedir.

Gökkuşağını yakalayarak bir kumaşın üzerine onun renklerini çizebilen insan, ayaklarımızı donatan kimseden daha üstündür.”

Oysa , şu öğle vakti ve uykuda değil de olanca uyanıklığımla sizlere diyorum ki; esen yel, dev çınarlara, çimenlerin en boysuzuna konuştuğundan daha tatlı bir dille konuşmaz. Gerçekte büyük olan, o rüzgarın uğultusunu kendi sevgisiyle karıştırıp bundan daha hoşa gidecek bir şarkı yaratabilendir.

Çalışmak sevginin göze görülebilen şeklidir. Eğer işinize sevgi ile değil de isteksizlik ile sarılmışsanız, o zaman işinizi bırakın ve tapınağın kapısı önüne çöreklenip sevgi ile çalışanların önünüze atacakları sadakaları toplayarak geçinin, daha iyi. Çünkü, eğer ekmeği içine sevgi katmadan, ilgisizce pişirirseniz, yiyecek olanların ancak yarı açlığını giderebilecek acı bir ekmek yapmış olursunuz. Eğer üzümlerinizi içine ağız tadı katmadan, kinle damıtmışsanız, şarabınızdan içecek olanın kadehine zehir akıtmış olursunuz. Ve eğer, meleklere özenircesine şarkı söyleyip de gerçekten içinizden şarkı söylemeyi sevmek geçmiyorsa, insanların, gecenin ve gündüzün seslerini duyacak kulaklarını tıkamış olursunuz.”

Halil CİBRAN – ERMİŞ

Evet sanırım bu ana kadar yaptığım tüm konuşmanın özeti bu satırlar.

Bana Cennet ve Doğum dedin, oysa bize çalışmaktan bahsettin diyebilirsiniz evet bende sizlere doğumu ama cennetten doğumu değil cennete doğumu anlatmak için bu satırları aktardım. Çünkü her varlık doğa kuralı elbette Cennetten doğar bu dünyaya ve yaşar sonrada yine doğa gereği ölür. Cennetemi gider başka bir yeremi bilinmez. Ama eğer biz evrenin en küçük maketi isek o halde doğduğumuz ve doğacağımız cennette ve cehennemde bence bizim içimizde ve bizimle beraber varlar. Nasıl ki biz onların ve onlarda bizim birer bütünü ve parçası isek. Benim anlatmak istediğimse gerçekten Cennet’e doğmak daha yaşarken bu bilinç ve bilgi ışığında. Çünkü benim için ölüm bir kapıdır cennet için eğer ondan doğuyorsak Nasıl insan ölünce geldiği yere gidecekse bütünle bir olacaksa bence ölümde gideceği yer cennettir. Cehennem mi? O şu anda yaşadıklarımızdan başka bir şey değil. Neden mi ? Cevabı basit  insan mademki arınmaya ve ızdırap çekmeye bu zaman diliminde dünyaya gelmekte ve de suçların cezalandırıldığı yer burası böyle oluncada cehennemi aramaya fazla gerek yok. Zaten gerek bize anlatılan efsane ve gerekse diğer tüm eski misterlerde insan ruhunun cehennemden geldiğinden bahsetmiyor. Hepsi aynı yerden mükemmel alemden bahsediyor. Ve sonunda da vaad edilende bu mükemmel alem o halde gelinen yer ne ise gidilen yerde orası işte bu nedenle doğumda, ölümde aynı yere açılan kapılar. Bence cennetide aynı şekilde başka bir yerde aramaya gerek yok dedimya her an oradayız ve her an burada.

Oysa hepimiz ölümden korkarız da çalışıp eser verememekten korkmayız. Sanki ölüm bir sonmuş gibi gelir bize oysa bence ölüm doğumdur, doğumsa ölüm eğer ismimiz sadece nüfus kütüğünde yazılı kalmışsa.

“Ölümün gizemini bilmek istiyorsunuz

Ama onu Hayatın kalbinde aramadıktan sonra nasıl bulabilirsiniz ki?

Gözleri geceyle sınırlanmış ve gündüzleri kör bakan baykuş, aydınlığın gizeminden peçeyi kaldıramaz

Eğer ölümün ruhunu gerçekten kavrayabilmek istiyorsanız, kalbinizi tam anlamıyla hayataın gövdesine açın

Çünkü hayat ve ölüm, tıpkı nehir ve deniz gibi Bir’dir

Umut ve tutkularınızın derinliklerinde, sizin, öteyle ilgili sessiz bilginiz yatar.

Ve tıpkı karın altında ki tohumlar gibi, kalbinizde baharı düşler.

Düşlerinize güvenin, çünkü sonsuzluğun kapısı onlarda gizlidir.

Ölümden korkuşunuz, kendisini kutsayacak olan kralınkarşısında titreyen çobanın korkusuna benzer

Korkudan titreyen çoban, kralın nişanına sahip olacağı için mutlu değilmidir?

Ama titredikçe daha düşünceli olmuyordur herhalde?

Çünkü ölmek soyunuk olarak rüzgarın önüne dikilmek ve güneşin altında erimekten başka nedir ki?

Ve soluk alışın durması da, soluğun kendi huzursuz çalkantılarından arınıp sınırlandırılmamış olan TANRI’ya erişmek için yükselerek dağılması değil de nedir ki?

Ancak sessizliğin nehrinden içebildiğinizde gerçekten şarkı söyleyebilirsiniz.

ancak dağın tepesine eriştiğinizde, gerçekten tırmanmaya başlayabilirsiniz.

Ve ancak yeryüzü sizin gövdenizi geri çağırdığında, gerçekten dansedebilirsiniz.”

Halil CİBRAN – ERMİŞ

Yüceler Yücesi Rabbim Cennete Doğabilmem için dileyim o ki bana sessizliğin nehrinden su içebilmeyi, dağın tepesine erişebilmeyi ve herşeyden öte gerçekten dans edebilme fırsatını versin.

Saygılarımla,

Kuthan SAVAŞÇIN

27.Aralık.1995

 

KAYNAKÇALAR:

Gülün Adı- Umberto ECO

Önceki Günün Adası -Umberto ECO

İnsan Denen Meçhul – Alexis CARREL

İç Özgürlük – KRİŞNAMURTİ

Sinddharta – Herman HESS

FelsefeAnsiklopedisi – Orhan HANÇERLİOĞLU

Düşünce Tarihi – Orhan HANÇERLİOĞLU

Kitab-ı Mukaddes,

Ben O’yum – Sri Nisargadatta MAHARAJ,

Kur’an-ı Kerim Ayetleri,